Luckert’in Göbekli Tepe’de Dinsel Metin Arayışı

Soner Sert imzalı kitap analizi gazeteduvar.com.tr’da yayınlandı: “Göbeklitepe – Karl.W.Luckert” Missouri State Üniversitesi’nden dinler tarihi profesörü unvanıyla emekli olan, 1960 senesinden itibaren Eski Mısır, Antik Amerika ve Malezya dinleri üzerine araştırma yapan Karl W. Luckert’in Göbekli Tepe’ye ilgisi, alanda çalışmalar yapan Göbekli Tepe’nin merhum kazı başkanı Klaus Schmidt’in yazılarına denk gelmesiyle başlar. Etnoloji alanında uğraş verirken rastladığı taş devri uygarlıklarına dair geniş bir bilgi birikimi edinen Luckert, bu alandaki deneyimini Göbekli Tepe’deki arkeolojik bulgular üzerinde kullanmak için 27 Eylül 2011 tarihinde bölgeye ilk kez ayak basar. 2 ve 6 Ekim 2011’de Göbekli Tepe’ye bir kere daha ziyaret gerçekleştirir. Bir dinler profesörü olduğu için, “Baştan itibaren ihtiyatlı olmaya ve dinle bir bağlantının söz konusu olduğunu a priori varsaymamaya çalışmıştım…” diyerek görüşünü açıklayan Profesör Luckert, bulguların üzerinden sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal tanımlamalar yapmaya girişir. Ancak temel niyeti, bu bulgulardan yola çıkarak dinsel bir okuma yapmak, (günümüze) var kalan imajları temsiliyet hususundan yola çıkarak açıklamaya çalışmaktır. GÖBEKLİ TEPE’DEKİ İNSANLAR: MADENCİ VE ALET İMALATÇISI…  Ona göre, Göbekli Tepe’yi kuran insanlar, bu dağa çakmaktaşı çıkarmak için gelmiştir. Çatallı ve sert tahtadan olduğunu düşündüğü kazmalarla, düzensiz kireçtaşı plakalarından oluşan dik yamaçların altını oyan atalarımızın amacını, kuvarsit “çakmaktaşı yumurtaları” bulmaya çalışmak olarak yorumlar. Bu çabayı, insanın doğayla (ve dolayısıyla hayvanla) olan “savaşımına” karşı, güçlenme uğraşıları olarak görür. Ona göre Göbekli Tepe insanları, silahlarının doğal yırtıcıların dişlerinden, pençelerinden ve gagalarından daha iyi olması gerektiğini düşünüyordu. Aslanların, ayıların, kurtların ve insanlardan belirli bir mesafe uzaklıkta kalmayı öğrenmesi gereken diğer hayvanların yenilmesi gerekiyordu. Yazar, bu noktada bir şeyin daha altını çizer: Her ne kadar kanıtlanmadıysa ve bundan sonra kanıtlanması da büyük ihtimalle imkânsızsa da, Göbekli Tepe’nin taş kabartmalarında gördüğümüz yılanlarla aşinalık, bu avcıların engerek yılanlarını, örümcekleri, akrepleri ve diğer zehirli hayvanları yakalayıp zehirlerini “sağmayı” bildiklerini, hatta zehirli bitkilerden nasıl yararlanacaklarını bildiklerini akla getirir. Luckert’e göre, mızrak ve ok uçlarını zehre bulamak, Göbekli Tepe insanlarının yaraladıkları hayvanları takip edip bulma süresini ciddi düzeyde kısaltmıştır. Dönem, avcılığın egemen olduğu ve yazarın deyimiyle, katil atalarımızın, karnını doyurmak için periyodik aralıklarla hayvanları öldürdüğü tarihe tekabül eder. Yazar da Göbekli Tepe halkının, sosyoekonomik tanımlamasını şu sözlerle yapar: Göbekli Tepe’deki insanlar madenci ve alet imalatçısıydı; kendileri için çalışırlardı ve geçiş dönemindeki avcı-toplayıcı toplumuna hizmet ederlerdi. Yazar bu sosyal ve ekonomik ritüellerin bozulmasını ve Göbekli Tepe’de yaşayan insanların yaşamının altüst olmasını ise pek çok etkene bağlayarak açıklar. Öncelikle, buzul çağının sonundaki Neolitik kültür döneminde iklimin kısmi de olsa ılımanlaşmasını, çevre şartlarının insanlar ve hayvanlar için giderek düzelmesini olumlar. Bu durumun hayvan soyunu canlandırdığını, dolayısıyla da et sayısını arttırdığını söyler. Beslenme kaynaklarının çoğalmasıyla, insan sayısının artmasının doğrudan bir ilişkiye sahip olduğunu dile getiren yazar için Göbekli Tepe insanlarının durumu ise daha özgüldür. Çünkü bu insanlar çakmaktaşından silah imal etmekte çok başarılıdırlar. Onlar için silahların fonksiyonu önemlidir. Geliştirdikleri yenilikçi avlanma yöntemleri insanların daha büyük miktarlarda et elde etmesini sağlar. “Suni yırtıcı” olarak nitelediği insanların, refaha ermesinin biyolojik üretimi arttırdığını söyleyen yazar, “Doğan bebeklerin yarısı erkekti ve potansiyel avcılardı” diyerek tehlikeye işaret eder. “Silahlar sayesinde daha etkili olan katillerin sayısı, av hayvanlarının üremesinden daha hızlı bir şekilde arttı.” GÖBEKLİTEPE’DE ‘TEKTANRICILIK’, ‘ÇOKTANRICILIK’ Yazarın, dönemin Göbekli Tepe insanlarının yaşayışı hakkında bilgi edinip, sosyal ve ekonomik bağlamda açıklamaya girişirken temel niyeti, var olan bulgulardan hareket ederek dinsel bir metin ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Ona göre din, ister “totemizm, animizm”, ister “tektanrıcılık, çoktanrıcılık” olsun, insanlardan daha güçlü karakterlerle karşı karşıya kalmaktan kaçınmaya çalışan modern insanların zihinlerine yardımcı olmak için icat edilmiştir. “Tanrıları adlandırmak, insanların onları etkileri altına almasının ilk yoludur. Numaralandırılmaları, kontrol altına alınmalarının ikinci adımıdır, çünkü sayı saymak mülkiyete işaret eder.” diyerek, bu olguya yaklaşımını belirten yazar, amacını, arkeoloji, etnoloji (antropoloji) ve dinler tarihi açısından disiplinlerarası bir kuramsal perspektif sunma olarak açıklar. Bu bağlamda geleneksel akademik ayrımları aşan bir çalışmaya giriştiğini dile getiren yazar, veri ve teori alanında bir derlemenin yanı sıra daha basit, gerçekçi “eğilim”ler sunduğunu iddia eder. Ona göre, ilkel arkeolojik veriler arasındaki bağlantılar, insanoğlunun varlığının daha büyük gizemlerine odaklanmamızı sağlar. Bu bağlantılar, insanlığın geçirdiği evrimi tanımlamamıza ve yakın gelecekte yaşanacakları da aydınlatmaya yardım olur. Yazar, Göbekli Tepe’nin sosyal, ekonomik ve kültürel yaşantısından yola çıkarak dinsel bir okuma yapar. Şüphesiz bunda belirleyici olan, yazarın fikirlerini etkileyen öğe, Göbekli Tepe’deki buluntular sonrası National Geographic’in 2011 Haziranı’nda bu yeri “Dinin Doğduğu Yer” olarak duyurmasıdır. Yazar, araştırmaları sonrası bu hususa şöyle yaklaşır: Öncelikle, Göbekli Tepe’de gerçekleşen avcı âlemindeki yuvarlak tören platformlarının erkekler tarafından ve erkekler için inşa edildiğini söyler. Çocukların ve kadınların gir(e)mediği bu ortamı, ataerkil yetişme tarzının veya teolojik cinsiyet ayrımının etkisinde kalmış olabilecek bir din tarihçisinin görüşü olarak değil, kadınlar tarafından kurulmuş olabilecek dinler konusunda kapsamlı araştırmalar yapmış bir din tarihçisi sanıyla açıklamaya çalışır. Yazara göre birkaç istisna dışında dinler, avcılık, evcilleştirme ve hiper-evcilleştirmeden kaynaklanmış sorunlara cevap olarak kurulmuştur. Altı milyon yıl boyunca dini düzeltmeler gerektiren ölçüsüz şiddette parmağı olan erkekler tarafından kurulan dinlerin, en az şoven olanları bile, cinsiyetler arasında eşitliği kabul etmeye en yakın olanları da dâhil olmak üzere, erkekler tarafından ya kurulmuş, ya idare edilmiştir. Günün sonunda dinler, erkek şiddetinin tanımladığı bir dünyaya egemen olmak için uyarlanmıştır. Yazar, dinlerin tarih öncesi dönemine ilgi duyan her araştırmacının, mezar bulgusu aradığını söyler. “Sorulması gereken bir sonraki soru da, ‘mezar hediyeleri’yle ilgili olacaktır ve maddi hediyelere yatırım yapan insanların öte dünyaya ciddi bir şekilde inandıkları varsayılacaktır.” Ancak yazar, Göbekli Tepe hususunda bu durumu reddeder. Bunun günümüzde, artık araştırma metotlarından biri olarak kabul edilemeyeceğini ve başka imajlar aramak gerektiğini söyler. Bu sebeple de alanda ortaya çıkan dikilitaşlara odaklanır. Ona göre dikilitaşlar, Göbekli Tepe’deki inanışın ipucunu oluşturur. Bu dikilitaşlar öylesine şaşırtıcıdır ki, yazarın iddiasına göre, kazı başkanı Schmidt’in bile çalışmaya başlamadan önce aklına bir ihtimal gelmemiştir. Yeryüzünün ilk sanayicileri olduğunu düşündüğü Göbekli Tepe madencileri, henüz kazı tamamlanmamış olmasına rağmen, bu nicelikteki dikilitaşları neden ve ne için yapmıştır? Yazar bu soruya, Göbekli Tepe’nin Toprak Ananın göbeği gibi yorumlanmasına ve henüz çakmaktaşı çıkarmaya başlamadan önce bile dönem insanlarının bu bölgeye bir kutsaliyet atfetmesiyle başladığı şeklinde cevap verir. Ayağa dikilen her dikilitaşın bu inanışı pekiştireceğini ve çeşitli imgeler yoluyla Toprak Anaya kefaret ödenmeye çalışıldığını iddia eder. Ayrıca, dikilitaşların insan zihni ve elleri tarafından oluşturulan şeklinin, toplu kültürel cesaretlerinin dış sınırını simgelediğini de ekler. Ona göre, bu dış sinir aynı zamanda zorlamaya cüret ettikleri, insandan büyük boyutun en yakın eşiği anlamına da gelir. “Zaten ilkel dinler” denilen de, “bir düşler ülkesiyle ilgili ‘ruhsal’ ideolojiler değildi, pençelerle dişlerin ‘sertlik’inden daha az ‘sert’ olmayan, insanlardan daha güçlü gerçekliklerden uzaklaşma içerirdi.” diyerek görüşünü açıklar. Dikilitaş meselesinin en dişe dokunur yanı ise kazı başkanı Profesör Schmidt’in bu yapıların bu şekilde temsil edildiği görüşünü reddetmesi kanaatimce… O, bu yapıların dini sembol etmediğini söyler, işin başındaki kişi olarak… Göbekli Tepe hadisesi, bu kadar dallanıp budaklandıktan, “her şeyi bilen, her konuda uzman” siyasetçiler tarafından da sahiplenildikten sonra mesele daha çok su kaldırır gibi görünüyor. Kaynak: gazeteduvar.com.tr / Soner Sert.