KAPADOKYA YERALTI KENTLERİNDE YAŞANAN GİZEMLİ OLAYLAR

Tanrıların mağalar ve yeraltı kentleriyle olan bağlantısı Türk folklorünün önemli bir parçası. Üstelik Türkiyede hem Urartu hem de Hitit medeniyetlerinin bulunduğu bölgeler coğrafi olarak sayısız yeraltı kentini barındırıyor. En iyi bilinen ve ziyarete açık olanları Kapadokya’da yer alan Derinkuyu ve Kaymaklı yeraltı kentleri. 1960’ların sonundan itibaren arkeolojik kazılarla ortaya çıkartılan bu kentler yerin altında devasa bir dünya. Sadece ilk 6-7 kat turist ziyaretine açık olsa da toplam 27 kattan oluştukları söyleniyor. Yeraltı mağaralarının içinde oyulmuş çeşitli genişlik ve yüksekliklerdeki odalar çok sayıda kişinin aynı anda rahatça yaşayabilmesi için inşaa edilmiş. Katlar birbirine galeri ve merdivenlerle bağlı. Havalandırma boruları sayesinde oksijen ihtiyacını karşılamak da mümkün. Kapadokya yeraltı şehirlerini kimin hangi teknolojiyle yaptığı hala bilinmiyor. 27 katı ve belki daha fazlasını da bu kadar kusursuz bir şekilde oyup, binlerce insanın uzun süre yaşayabileceği bir kent haline getirmeyi kim başardı? Ve asıl soru neden böyle bir gereksinim hissettiler?

Bir kısım arkeologlar ilk Hristiyanların Romalı askerlerin baskısından kaçmak için yeraltı kentlerini kullandıkları fikrindeydi. Evet bu gizemli mekan ilk Hristiyanlar için mükemmel bir sığınma yeriydi ama yeraltı kentlerini onların inşa etmesine imkan yoktu. Her şeyden önce gereken teknik donanıma sahip değillerdi. Dahası 27 kattan oluşan bu galeriler ve salonlar ağını yapmak için çok uzun bir zamana ihtiyaç duyacakları kesindi. Herkesin aklındaki ortak soruyu tekrarlayalım; yeraltı kentlerini yapan geçmişin mimar ve mühendisleri kayaların oyulmasıyla çıkan molozu, taş-toprağı nereye atıyorlardı? Yerüstüne mi? Ya da molozdan şu anda düşünemediğimiz bir teknikle mi kurtulmuşlardı?

En azından 10.000 yıllık olduğu söylenen bu kentlerin inşaasında aydınlatma ve havalandırma sorunu nasıl çözülmüştü? Kısacası Kapadokya’nın mimarları her zorluğa bir çözüm bulmuş, teknik yönden de epey donanımlı bir ırk olmalıydı. Kusursuz merdiven basamakları, kimi yerde son derece geniş, bazı yerlerde daha küçük boyutlu mağara odalar ağı insanda hayranlık uyandırıyor. Acaba yeraltı kentlerinin mimarları Hititler ya da Hititleri her konuda yönlendiren gökyüzü ve yeraltı tanrıları mıydı? Yeraltı tanrısı İlluyanka örneğinde gördüğümüz gibi acaba Sürüngen özelliklere sahip bir ırk mı yaşamıştı buralarda?

Sadece Türkiye’de değil, Asya’da, Avusturalya, Kuzey, Güney ve Orta Amerika’da yeraltı mağalarında yaşayan ve saklanan Sürüngenimsi bir ırktan söz edildiğini biliyoruz. Ancak şimdiye kadar dünyanın hiç bir yerinde Türkiyedeki kadar kusursuz ve sistemli inşaa edilmiş bir yeraltı şehri daha ortaya çıkartılmadı. Kapadokya yeraltı mağaralar sistemi tarihi ve arkeolojik bir başyapıt. Dahası ülkemizde geçmişten bugüne varolan inanç sistemleri ve yöresel inanışlar da yeraltı mağara kentlerinde yaşayan, ve belki de bunları sahip oldukları teknolojiyle inşaa eden olası bir Sürüngenimsi ırk ihtimalini destekliyor.

Kapadokya bölgesi daha çok UFO ziyaretleri ile tanınsa da yeraltı kentlerinde yaşanan ik önemli yakın karşılaşma olayı var. İlk olay 1968 yılından geliyor. O yıl yeraltı kentlerinde kazı çalışmalarını sürdüren bir gurup arkeolog, yeraltı kentinin yüzeyden oldukça derin bir bölümünde çalışmalara devam ederken uzun boylu, son derece açık tenli ve beyaz tenli bir kaç insanla karşılaşıyorlar. Garip ve yabancı görünüşlü bu insanımsılar arkeologlara saldırıyor. Arkeologlardan biri ölüyor, diğerleri ise yaralanarak uzun süre hastahanede tedavi görüyorlar.

Yine Kapadokya yeraltı kentlerinde yaşanan bir başka olay ise 1993 tarihli. Bu olay artık aramızda olmayan astrolog Bülent Kısa tarafından aktarıldı. Söz konusu gezi UFO gözlemlerini incelemek amacıyla değil, sadece okült bir çalışma için gerçekleştirilmişti. Önce Fenomen dergisinde daha sonra da Bilinmeyen.com internet sitesinde yayınlanan öyküyü Bülent Kısa’nın kaleminden aktaralım:

“Ayrıca Ufolar bizi hiç ilgilendirmez fakat Niğde Aksaray´daki olayların gerçek olduğuna kesinlikle inanıyoruz. Burada bir şeyler vardı. Bu düşüncemiz iyice güçlenmişti ki, güvendiğimiz bir okült araştırmacı arkadaşımız Kapadokya´da garip bir deney yaşadı. Kapadokya ile ilgili kendi deneyimizi anlatmadan önce bizde oralara gitme ve medyumsal bir araştırma yapma dürtülerimizi kesinleştiren bu deneyi nakletmem de iyi olur.

Söz konusu arkadaşımız o zamanlar bizim guruptan değildi. Şimdilerde de tam olarak bizim gurubumuzda sayılamaz fakat her şeyden önce kültürlü bir insandır. Bu konuları iyi bilir. Öyle aman bir Ufo gelse de tapınsam diye bekleyenlerden değildir. Kısaca metafizik konularda sözüne güveniriz. Kendisi değişik tür bir medyumdur fakat medyum olduğunu kendisi bilmez veya kabul etmek istemez. Bu arkadaşımız Kapadokya´ya gider ve Derinkuyu´ya iner. Olayın geçtiği zaman öğle vaktidir ve turizm mevsimi olduğu için çevre oldukça kalabalıktır. Beraber olmadığı kalabalık bir turist gurubuna karışır ve beşinci kata kadar iner. Burada biraz oyalanır. Turistler aşağıya doğru devam ederler ve arkadaşımız yalnız kalır. Birden bire çevrenin karardığını görür. Dehşet verici bir yalnızlık hissine kapılır. Geri dönmek ister fakat çevreye bakınınca ne elektirik ampüllerini ne de giriş çıkışı gösteren okları görebilir. Bulunduğu yerin çevresinde, kayalara oyulmuş hücre gibi girintiler vardır. Bunlardan birisinde kara cüppeli ve kapüşonlu bir tipin durduğunu görür. Cüppeli tipin yüzü karanlıktır ve görülmez fakat gözleri kıpkırmızı yanmaktadır. Arkadaşımız paniğe kapılır ve kaçmak ister fakat bacakları kendisine itaat etmemektedir. Cüppeli tip bulunduğu yerden çıkıp, kayar gibi ona doğru ilerler ve onun içinden geçer. Bu anda arkadaşımız yere yığılır. Tüm bu anda da yukardan ikinci bir turist gurubu iner. Onların gelmesiyle birlikte her şey normale döner. Arkadaşımız bir anda çıkışı gösteren oku görüp, kendisi de bir ok gibi dışarıya fırlar. Bir daha da Derinkuyu´ya inmez. Bu olaydan çok zaman sonra bile oraya gitmeyi, daha doğrusu Derinkuyu´yü inmeyi reddetmektedir. Onunla birlikte gitmeyi çok istedik fakat daima, ya açık açık ya da bir takım sudan bahaneler uydurarak kaçtı.”

Kapadokya yeraltı kentlerinde yaşanan bu iki garip olay mekanın hala bazı enerjilerle yüklü olduüunu gösteriyor. 1968’de arkeologların tanık olduğu uzun boylu, çok açık tenli ve beyaz saçlı insanımsı varlıklar, Ufoloji’de sıkça sözü edilen “Nordik” tip Dünya Dışı varlıklarla hemen hemen aynı özelliklere sahip. Ancak baştan beri de gördüğümüz gibi yeraltı kentlerinin bir de daha gizemli ve karanlık görünüşlü sakinleri var, onlar da Sürüngenimsi uzaylılar. Kapüşonla saklanan bir yüz ve karanlıkta parlayan kırmızı gözler çok bilinen Sürüngenimsi özellikleri.Bu varlıklar yeraltı kentlerini fiziksel bir sığınma yeri olarak mı kullanıyorlar acaba?  Yoksa Kapadokya boyutlar arası bir kapı, bir yıldız geçidi, bir Stargate mi? Belki de boyutlar arası bu varlıklar sadece medyumsal özelliklere sahip hassas kişiler tarafından görülebiliyor ve mekanı fizik dünya ile irtibat kurmak için kullanıyorlar.

Şimdi biraz da bölgenin dinsel tarih açısından önemine göz atalım. Hristiyanlıkta çok önemli yeri olan Aziz George, Kapadokya’da doğmuştu. İlk hristiyanlar için büyük değer taşıyan bu aziz yeraltı kentlerinde yaşayan bir canavarı ya da ejderhayı öldürerek kahraman oldu.  Aziz George Romalı bir askerdi, daha sonra Hristiyanlık dinine geçti ve Hristiyanlığı kuvvetle savunmaya başladı. Ana vatanı Kapadokya’da insanlardan sürekli hayvan kurban isteyen tehlikeli bir canavar vardı. Bölge halkı en iyi hayvanlarını kurban vererek canavarın bir süre sakin kalmasını başardı. Ancak hayvanlar bittiğinde sıra genç kız kurbanlara gelmişti. İşte o zaman Aziz George olarak tanınan bu cesur asker canavara meydan okumaya karar verdi. Çünkü onu yeni yayılan dine karşı bir tehlike olarak görüyordu. Yaratığı öldürdü ve bir efsaneye dönüştü.

Daha sonra da inceleyeceğimiz gibi Hristiyanlık öncesi Pagan inanışlarla Sürüngenimsi / Reptilian ırk arasında çok kuvvetli bir bağ var. Yani Aziz George bir Sürüngenimsiye verdiği savaşı kazanarak Pagan inançların da gerilemesini sağlamıştı. Ama Sürüngen uzaylıların dini olan Paganizim aslında hiç bir zaman yok olmadı. Sadece gizem perdesi altına büründü, isim ve şekil değiştirerek varlığını günümüze kadar sürdürmeyi başardı.

Hitit tanrılarından söz ederken onların bilinen anlamda bir din öğretisi yaymadıklarını söylemiştim. Evet Hititlerde 85, Urartularda 79 tanrı ve tanrıça vardı ama ortada insanlığı ruhsal aydınlanmaya götürecek bir inanç ya da spiritüel öğreti yoktu. Gökyüzünden uçarak gelen kanatlı ve yeraltından çıkan sürüngenimsi tanrılar insanlardan sadece kan dökerek ibadet etmelerini istemişlerdi. Bu ibadet şeklini zaman zaman gazeteye yansıyan Satanist şeytana tapınma törenlerinden biliyoruz. Hitit ve Urartu tanrılarının Anadolu’ya getirdiği tapınma biçimi de düpedüz Satanizimdi. Onlardan kalan tapınma biçimi zamanla bir öğretiye dönüştü ve “Yılan Kardeşliği” kuruldu. Dışa kapalı, gizli bir cemiyet olarak kurulan kardeşlik sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok ülkesinde yaygındı ve asıl kökenleri Hititlerden çok daha eskiye dayanıyordu. Ama Türkiye coğrafyasına Hitit ve Urartu tanrıları sayesinde getirilmiş oldu. Yılan Kardeşliği “Büyük Beyaz Kardeşlik” olarak da bilinir. Bu oluşum resmi tarihin unuttuğu çok daha geriye giden bir geçmişe sahip. Ve 18.yüzyıldan başlamak üzere kurulan mistik, metafizik ve gizemci pek çok kardeşlik örgütünün kökenleri de yine “Yılan Kardeşliğine” dayanıyor. Bu kuruluşların çoğu farklı isimler altında günümüze kadar geldiler. Bazıları sahip oldukları maddi güç sayesinde dünya çapında kontrolü sağlayabilen, hatta pek çok ülkenin devlet başkanlarına, yönetim sistemine etki edebilen kardeşlik cemiyetleri. Yani tıpkı binlerce yıl önce uzaydan gelen Hitit tanrılarının kralları ve yönetici sınıfı kontrol etmesi gibi. FARAH YURDÖZÜ.